Kutsal ve Mekan
GİRİŞ
Gerek Türk tarihi gerekse İslam tarihi açısından kut ve kutsal kavramı oldukça önemli bir yer teşkil etmiş, insanların düşünce dünyasında kişilerin, mekânların ya da zamanların kutsal olup olmadığı konusu hep sorgulanmıştır. Bu konuda, nasıl kutlu olunur, kut alınır mı, kut verilir mi, kutun kaynağı nedir, kutsal ne demek, mukaddes ne demek, mübarek ne demek, harem/muhterem ne demek? gibi sorular sorulmaktadır. Tasavvufa dair literatürde kullanılan, el vermek anlayışı içerisinde, her mistik oluşum bu yolla kendisini bir kutsala veya erdemli bir kişiliğe irtibatlı kılma çabası içine girmektedir. Bunun da teveccühün, meşruiyetin kaynağını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle tasavvufa dair bu tür oluşumlar el verme diye betimlenen bir zincir ile kendilerini yüce bir kişiliğe, peygambere, bağlamaktadırlar. Merak uyandıran soru şudur: Hz. Peygamberden beri bu zincirin halkaları arasında bu yücelik, kutsiyet aktarıma nasıl konu olmuştur?
Türk topluluklarındaki kut alma konusunun izi de oldukça eski dönemlere kadar takip edilebilmektedir. Kut alma gibi ifadeler, Anadolu Selçuklu devletinin kurucusu Süleyman Şah babasında (Kutalmış) olduğu gibi isimlere konu olabilmektedir.
Bu tür sorular kutsal ile mekân, zaman ve insan ilişkisinin mahiyetin düşünmeye zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda kutsal mekân, kutsal zaman ve kutsal insan/toplum kavramları çalışmamızın konusu olacak. Kutsal mekân konusunu bu yazımızda inceme konusu edeceğiz. Diğer yazılarımızda da kutsal zaman ve kutsal insan/toplum kavramları çalışmamızın konusu olacaktır.
KUTSAL MEKÂN
- Kutsal
Kur’an’da kutsal ile ilgili en çok kullanılan kavramlar mukaddes ve mübarek kavramlarıdır. B-r-k kökenli kelimelerin k-d-s kökenlilere göre daha fazla zikredildiği görülmektedir. Mübarek ifadesi Kâbe, Kur’an, Hz. İsa, gökten inen su, zeytin ağacı, gece ve toprak parçası gibi farklı varlıklar için kullanılmakla birlikte, mukaddes kelimesi Allah’ı tenzih dışında başka varlıklardan sadece Cebrail ve toprak parçası için (vadi) kullanılmaktadır. Bu iki sözcüğün kullanıldığı varlıklar dikkate alındığında, mukaddes olan mübarek olandan daha üstün bir konuma sahip olduğunu söylemek mümkündür. Bu tespitten hareketle her mukaddesin mübarek olduğunu, ama her mübareğin mukaddes olmadığı söylenebilir.[1]
- Sami Dillerde Kutsalı İfade Eden Kavramlar
“Qdş” terimi Sâmî dillerde kutsalı ifade eden terimlerin başında gelmektedir. Bu kelimenin anlamları hakkında birçok görüş ortaya konmuştur. Kelimenin “Ayırma, tahsis etme” anlamında “qod” kökünden geldiği, yine “Muhteşem, parlamak” anlamlarında Akadça “qadaşu” köküyle alakalı olduğu, diğer taraftan “izzet” anlamına gelen “kavod” kelimesiyle bir bağının olduğu da söylenmiştir.[2] Ahd-i Atik’in Çıkış kitabında geçen “Buraya yaklaşma, ayakkabılarını çıkar! Çünkü sen mukaddes bir yerdesin”[3] ayetinde geçen mukaddes yer (qodeş)’in tam karşılığı mukaddestik mekânıdır.
İslam’da Kutsalın kaynağı mutlak olarak Allah’tır ve bütün kutsallıklar ondan kaynaklanmaktadır. Kur’an ve hadislerde kutsiyeti belirtilen varlıklar kaynağını Allah’tan alır ve Allah’ın bir özelliğinin tecelli etmesi üzerine kutsal olurlar. Bu varlıklar, kutsal varlığı güçlü bir şekilde çağrıştırdıkları için kendilerinden öte bir gerçekliği yansıtır durumdadır.
- Kutsalın Tezahür Alanı
Kutsal alan, başlangıcından beri insanlığı cezbeden bir alandır. Ona ulaşmak veya onu kendi beşer dünyasına indirme tutkusu insanlığın, neredeyse hiç bitmeyen bir serüvenidir. İnsanın ilişkisini hep canlı tutmaya çalıştığı, farklı görünümler altında yaşayan ilişkileri tesis ettiği temel alanlardan birisi, hatta en önde geleni, en saf ve yalın halinden, karmaşık ve filozofik karakterli olanlarına değin “kutsallık” duygusudur. Bu bağ, gelip geçici bir görüntü olmayıp, insanî var oluşla birlikte olarak kendini sunar. Bu ilişkiye bakış biçimi kültürden kültüre, çağdan çağa, hatta aynı çağ ve kültür içinde, insandan insana değişkenlik arz etmektedir.[4] Bir güç kaynağı olarak kabul edilen kutsallık algısı, insan açısından bakıldığında, onun yaşamına olumlu katkılar sağladığı söylenebilir. Böyle bir duyguya dayalı olarak insan, kutsalla kendisi arasında daima yakın bir bağ oluşturmaktadır. Onu hep yakınında hissedebileceği gibi, ona göndermede bulunan simgeler ya da objeler aracılığıyla da, onu kendi varlık alanına çekerek, yüksek karakterine karşın onu güncelleştirerek varoluş sürecine iliştirir. Bu duygu ve onun simgesi, böylece, insana kendinden başka bir dayanak işlevi görürken, dünyasına da üstün bir değer ve anlam katarak insanla beraber, bu âleme de bir var olma gerekçesi teşkil etmektedir. İnsanla birlikte dünya da bir derinlik, burada var olmanın ötesine aitlik duygusuyla çevrili varoluş sükûnetine ve dinginliğine ulaşır.
Yaratıklardaki kutsalın görünen bir işareti ve özelliği onun güç sahibi oluşudur. Kutsal, mutlak güç sahibidir. Güç olmazsa, o kutsallığını kaybeder. Güç, Allah’ın bir özelliğidir. O, tabiat kuvvetlerinde tecrübe edilebilir. Bu güç, fırtına, volkan, su ve ateşte görünen, normal güçlerden çok farklıdır. Yahudilerde Yahova, Müslümanlarda Allah mutlak güç ve kudret sahibidir. Onun kudretinin sınırı, ulaşamadığı hiçbir yer yoktur ve kâinatın yegâne güç kaynağı odur.[5] Kutsal tecrübenin iç sebepleri arasında, kendini pek çok noktalarda aciz hisseden insanın üstün kuvvet sahibi ulûhiyet tarafında hâkim olunmak, korunmak ihtiyacı hissettiği görülür, insan ulûhiyetin güçlü hâkimiyetine kendini teslim etmeye çalışır. Dindar insan onun tarafından hâkim olunmak ister. Ulûhiyetin karşı konulmaz gücü karşısında pasifliği tercih eder.
- Kutsalın Kaynağı
Bir şeyin kutsallık kazanması kendiliğinden veya tesadüfen olmaz. Dinler kutsallığı bir olgu olarak düşünürler. Buna göre bir yerin, nesnenin, kişinin veya bir canlı türünün kutsal oluşu tabiatüstü ilâhî bir gücün onunla temasının sonucudur. Herhangi bir yerin (bir hac mekânı) kutsal olmasının sebebi orada Allah’ın, bir meleğin zuhûr etmesidir.[6]
İnsanın fıtratındaki kutsala karşı yönelimi, onun içinde bulunduğu tanımlanmamış kozmosta (kaos) varlıkları ayırmasını sağlamakta ve varlık bilinci kazandırmaktadır. Kutsallık atfedilen varlıklar, insanı kutsal ve kutsal olmayan ayrımına götürerek, etrafını saran kozmosun türdeş olmadığını fark etmesine, dolayısıyla bir varlık bilinci geliştirmesine sebep olmaktadır. Böylece, kendini her zaman doğal gerçeklerden tamamen farklı gösteren kutsal ile alışılmış, alelâde, doğal, kutsanmamış, geçici, kısacası “dinî olanın dışındaki” olarak isimlendirilen bir ayrımı gerektirmiştir. Böyle bir ayrım sayesinde kutsal, bir mekânın, zamanın vs. açığa çıkmasına, sabit bir noktanın elde edilmesine, kaosa bağlı türdeşlik içinde yön bulmasına, dünyanın kurulmasına ve gerçek olarak yaşama imkânı sağlamaktadır.[7]
İslam’da Kutsalın kaynağı mutlak olarak Allah’tır ve bütün kutsallıklar ondan kaynaklanmaktadır. Kur’an ve hadislerde kutsiyeti belirtilen varlıklar kaynağını Allah’tan alır ve Allah’ın bir özelliğinin tecelli etmesi üzerine kutsal olurlar. Bunlar kutsal varlığı güçlü bir şekilde çağrıştırdıkları için kendilerinden öte bir gerçekliği yansıtır durumda bulunmaktadırlar.
- Kutsalın Sonucu
Kutsal hissinin somut göstergesi olarak mabetler, insan, evren ve kutsallık kaynağı ilişkisinde merkezî bir öneme sahiptir. Hatta bir simge, işaret, öteye ait olana bir gönderimde bulunmadır. Tapınma faaliyeti sadece bir dünya imajı, tasarımı olmayıp, o aynı şekilde, aşkın bir modelin yersel bağlamda yeniden üretilişidir. Genel anlamıyla, tapmak, adeta yeryüzüne, insan topluluğuna bir güç transferinin odak noktasını oluşturmaktadır. Sanki onunla, ötelerden taşan, akıp gelen bir dinginlik, denge, varlığa temas mutluluğu yeryüzünde vücut bulmaktadır. Kendi varlık gerçeğinin ötesine götürücü bu duygunun, (haşyet, havf, rehbet, hudû, kunût vb. kavramları) yönlendirişi ile korkularını tedavi edip, ümitlerini yeniler, varlığı ve geleceği hakkında bilgi sahibi olup, kendini kavrama ve aşma noktasına gelir.[8]
Bu bağlamda kültür ve inanışların genel karakteristiklerinin oluşmasında, mabetlerin arka planda yer alması, açık ve etkin unsur olmaları boşuna değildir. Mitolojik bir unsurun tanımlanmasına ait olsa da, şu tespitler, yukarıda bahsi geçen görüşü vurgulamaktadır: “En üst düzeyde kutsal yer, tanrıların evi, yani mabetler, sürekli olarak evreni yeniden kutsal kılar, çünkü o, hem âlemi temsil etmekte, hem de aynı zamanda içermektedir. Netice olarak tapınak sayesinde âlem, kendi bütünlüğü içinde tekrar tekrar kutsallaşır. Kirlenmişlik derecesi ne olursa olsun, dünya, kutsal yerlerin kutsallığı sayesinde mütemadiyen arınmaktadır.”[9]
Bu değerleri bilmek, tanımak, onlara gereken saygıyı göstermek ve aralarındaki farkları ayırt edebilmek, bir bilgi, eğitim, görgü ve basiret meselesidir. Çünkü bu değerlerden bazısını gereğinden fazla yüceltmek, (Kâbe’ye, Cami’ye, Kur’an-ı Kerîm’e ve Hz. Peygamber’e tapınma derecesinde saygı gösterisinde bulunmak) ya da kutsal değerleri gerektiği kadar saymamak, onları hafife almak, çiğnemek ya da inkâr etmek, Müslüman kişiyi dininden edebilir. Bu ulu değerleri bir sıralamaya koymak gerekirse onları iki gruba ayırmak doğru olur.[10] Birincisi, mukaddes (yani kutsal değerler), ikincisi ise dokunulmaz, saygın değerlerdir. Birinci kısımdaki değerleri, Allah’ın yüce zatı, sıfatları ve O’nun mukaddes, ya da farklı bir deyimle haram dediği değerler oluşturmaktadır. Başta Mekke’deki Kâbe kompleksi (Mescidü’l-Haram) olmak üzere birçok şey nitelenmiştir. Bununla birlikte Allah’ın açıkça kutsadığı, övdüğü ve önem verdiği her şey kutsaldır. Bunları Kur’an-ı Kerîm’in içeriğinden anlıyoruz. Elbette ki Kur’an-ı Kerîm’in gerek tamamı gerekse bir bölümü, camiler, (manastır, kilise ve havra gibi) Ehl-i Kitap’a ait ibadethaneler,[11] tevhit esasına dayalı ibadetler ve Kur’an-ı Kerîm’le deklare edilmiş bulunan tüm saygın değerler kutsaldır.
- Kutsal Mekân İlişkisi
Mekân kavramı, “olmak” anlamındaki “kevn” mastarından türeyen ismi mekân bir kelime olup “oluşun meydana geldiği yer” anlamına gelmektedir.[12] Bazı ayetlerde yer alan mekân kelimesi[13] gündelik yaşamda nesnelerin kapsadığı alan anlamında kullanılmaktadır. Genel anlamda tüm yeryüzüne mekân diyebileceğimiz gibi, burada çalışma sahamıza dâhil olan tüm yeryüzünden ayrılan değişik inanç ve kültürlerde kendisine kutsiyet, bereket, fazîlet vb. atfedilen belli başlı mekânlar ele alınacaktır.
- Kutsalın Mekânla İlişkilendirilmesi
Dinlerde kutsal kabul edilen yerlerin aslında mekân olma açısından diğer yerlerden pek bir farkı yoktur. Ancak burada uluhiyetin tecellisi, inançla ilgili bir olayın vukuu veya buranın dinî bir şahsiyetle bağlantısı, mekânı diğer yerlerden farklı kılmakta ve kutsallaştırmaktadır.[14] Kutsal yerler, toplumdaki dinî hayatın merkezi ve topluma yön veren ve anlam kazandıran yerlerdir. Kutsal yerler ilâhî ile dünyevi âlemin kesiştiği, Tanrı ile insanın bir bakıma buluştuğu ve kişinin kendisini ilâhî huzurda hissettiği yerlerdir. Mekâna atfedilen kutsallık, insanlık tarihinde ilk inanç düşüncesiyle birlikte gelişmeye başlamıştır. Kutsal mekân algısı ve bu tür yerlerin ziyareti tarih boyunca bütün inançlarda mevcut olmuştur. Kutsal mekânları ziyaretin sebebi, o mekânın kutsiyetinin bahşedebileceği maddî, manevî ve ahlaki faydaları elde etmektir. Kabileci, millî ve evrensel dinlerin hepsinde kutsal kabul edilen mekânlar ve bu mekânların ziyareti söz konusudur. Kurumlaşmış dinlerde mabetler, inanışa ve bağlılık gücüne uygun şekilde, kutsallıklarını dışarıdan, yani dinin metninden ve ritüelinden alır, dinî metinler ya da gelenek tarafından ifade edilerek vücut bulurlar. Bir bakıma onların kutsallığı, saygın gücü, salt beşerî olandan ve insanî psikoloji ve şuur altından uzakta, açık ve belli bir biçimde oluşmaktadır. İfade edildiği gibi, ana metinlerin ya da kurucu geleneğin göstermesiyle, simgesel boyutla donanımlı olarak, “ev” (Allah’ın evi) formu altında biçimlenmektedir. Cami, Kilise, Havra, vb. bir kutsalın tezahürü olarak, salt kutsalın tezahür ettiği yer değil, tersine insanı, ona ileten, ayrıcalıklı kulluk şuuru ile uluhiyet üst şuur alanının buluşma zeminidir. Salt nesnelere yüklenen ilahilik ve kutsallık duygusundan, bunlara tapınılmadan farklı olarak, maddenin dışında ve ondan ayrı, nesnelere indirgenemeyen, aşkın, âlemle olan münasebeti özgün biçimde olan bir güce olan bağlılık ve kulluğun, saygı ve ümidin sunulduğu mekânlardır.
Genelde kutsal mekân, kutsalla karşılaşma yeridir. Burası, üzerinde kutsal gücün, bereketin daha çok hissedildiği, fark edildiği yerdir. Böyle mekânlar bir mezar, bir savaş veya katliam alanı, felaket yeri, istisnai bir tabiat olayının yaşandığı yer olabilir. İbadet yeri, ayin yeri de olabilir. İnsanlar mekânla Tanrı arasında bir ilişki kurmuşsa da, İslam bu beşerî sınırlandırmaları kaldırmaya çalışmıştır. Nitekim Kur’an doğu da batı da Allah’ındır, nereye dönerseniz dönün Allah’ın yüzü oradadır…[15], O sizinledir, nerede olursanız olun…[16] ve biz insana şah damarından daha yakınız…[17] buyurarak mekân bağlarını aşmak istemiştir. Bununla birlikte, tüm İslam ülkelerindeki kutsal alanlara, kült mekânlarına bakılırsa gelenek dalgalarının ağır bastığı görülür. Hatta insanın mekân sınırları içinde yaşadığına dikkat edilirse, mekândan arınmak da güçtür. Her ne kadar Allah’ın mekândan münezzeh olduğuna inanılsa da, en azından severek ibadet edilen yerler vardır, özellikle Hac için belirlenen Kâbe, Arafat, Mina, Müzdelife bunlardandır. Bilhassa Kâbe’nin ibadet merkezi ve kıble olarak belirlenmesi, oraya olan saygıyı da beraberinde getirir. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen Müslümanlar orada toplanır, mekândan münezzeh olan Allah’a orada daha yüksek bir coşku ile heyecanla ibadet ederler. Kutsallık duygusunu daha güçlü olarak yaşarlar.[18]
Görüldüğü gibi bütün inanç sistemlerinde kutsala vurgu yapan mekânlar bulunmaktadır. Bu mekânlar aslında inanan insanın kutsal varlık ile iletişimini kolaylaştıran ve kendisini psikolojik anlamda rahatlatan unsurlardır. Dindar insan adeta kendi varlığını çevresinin kutsal olmasına bağlamakta ve bu şekilde kendisini varlık açısından mümkün olmasa da en azından duygusal olarak aşkın bir boyuta taşımaktadır. Kendisini ancak bu şekilde mutlu ve huzurlu hissetmektedir. Zira kutsalın bulunmadığı bir hayat, dindar insan için bir hiçliği ifade etmekte ve onu varlığıyla ilgili bir kaosa taşımaktadır. Dindar insanın hiçlikten kurtulması ve varlığını devam ettirmesi kutsalla iç içe olmasına bağlıdır ki bu da dinlerin kutsal olarak nitelediği kutsal mekânlarla mümkündür. Dolayısıyla insanın yüce yaratıcı ile daha yakın ilişkiye girdiğini düşündüğü veya Allah’ın, çeşitli vesilelerle kendisini insana daha fazla hissettirdiği mekânlara, kutsal mekân denmiştir.
- Bir Yerin Allah’a Tahsis Edilmiş Olması
Kur’an-ı Kerim’de bütün mescitlerin Allah’a ait olduğu bildirilmiştir.[19] Aynı şekilde Kur’an’ın çeşitli yerlerinde mescitlerin Allah’ın evi (beyt) olduğu ifade edilmiştir.[20] Bir yerin veya herhangi bir mekânın Allah’a tahsis edilmiş olması, yegâne kutsal varlık olan Allah’a nispetinden dolayı, o yere kutsallık atfedilmesine sebep olmuştur.
Hristiyanlıkta kutsal kabul edilen şahıs veya Tanrı tasvirinin bulunduğu ya da ona ait eşyanın korunduğu mekânlar ile Yahudilikte Ahid Sandığı (Tâbût) veya Kutsal Kitap ve onun bulunduğu mekân bu bağlamda değerlendirilmektedir.
Aslında Mekke, Medine ve Kudüs gibi şehirlerin inananlar tarafından birer kutsal mekân olarak kabul edilmiş olmalarının temelinde yine, yegâne kutsal varlık olan Allah’ın, diğer yerlere nazaran, oralara ayrıca bir değer vermiş olması ve aynı zamanda bu yerleri, ilâhî dinler diye ifade edilen Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam gibi üç büyük dinin doğup yayıldığı yerler olarak seçmiş olması, bu din mensuplarının oralara kutsallık atfetmesine esas teşkil etmektedir. İnananları o yerlere kutsallık atfetmeye sevk eden diğer bir sebep de, onların bu yerler hakkında sahip oldukları inanç ve değerlerdir.
Aynı şekilde, Mekke, Medine, Kudüs gibi yerler; buralarda bulunan mescitler ve bazı ilâhî işaretler hakkında yer alan Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber kaynaklı ifadeler, bu yerlerin o din mensuplarınca mukaddes birer belde kabul edilmelerinde önemli rol oynamıştır. Nitekim Hz. İbrahim’in Bu beldeyi emin bir yer kıl diye duâ etmesi[21], yine bu yerlerden yeminle bahsedilmiş olması,[22] bu mekânlardan bahsederken Şu Beldenin Rabbi[23], Belde-i Tayyibe[24] gibi ifadelerin kullanılmış olması, bu yerleri kutsalın (Allah) bizzat sahiplendiğini göstermektedir. Dolayısıyla bir yeri kutsalın sahiplenmiş olması, o yerin kutsaldan bir işaret taşıdığı izlenimini de vermektedir.
Diğer taraftan Hz. Peygamber, Ancak şu üç yere ibadet ve ziyaret amacıyla yolculuk yapılabilir. Bunlar: Mescid-i Haram, Benim Mescidim (Mescid-i Nebi) ve Mescid-i Aksa’dır buyurmaktadır.[25] Yine Hz. Peygamber, Medine’ye hicret edeceği bir esnada Kâbe’ye bakarak şöyle demiştir: Vallahi sen, benim dünyada en çok sevdiğim yersin; aynı şekilde Allah’ın da dünyada en çok sevdiği yersin…[26] buyurmuştur.
Bu hadiste, bu üç mekânın bulunduğu yerin diğer yerlere olan üstünlüğü veya farklılığı ortaya konmuş olmaktadır.
- Medine’nin Kutsallığı
Medine, Müslümanların hicret yurdu olması, İslâm’ın oradan yayılması, Mescid-i Nebevî’nin tesis edilerek İslâm devletinin merkezi haline gelmesi, Kur’an-ı Kerim’in indirilişinin on üç yılına sahne olması ve Hz. Peygamber’in de dâr-ı bekâya irtihal edip oraya defnedilmiş olması gibi sebeplerden dolayı kutsiyet kazanmış, Müslümanların gönlünde ayrı bir yere sahip olmuştur.[27]
Hicretten sonra Hz. Peygamber, Hz. İbrahim Mekke’yi harem kıldığı gibi ben de Medine’yi harem kıldım sözleriyle şehri harem ilân etmiştir.[28] Medine vesikasında kayıt altına alınan bu hüküm,[29] Hendek Gazvesi ile Hayber seferinde elde edilen başarı üzerine bütün Arap kabileleri tarafından kabul edilmiştir.[30]
Hz. Peygamber, Medîne Ayr dağı ile Sevr dağı arasına kadar haremdir. Kim burada bir bidat ortaya çıkarır veya bir bidate kucak açarsa, Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların laneti onun üzerinedir. …[31] sözüyle Medine’nin harem sınırlarını da tayin etmiştir.
Bu ve buna benzer rivayetlere rağmen Medine’nin hareminin olup olmadığı genel kabul gören İslam Mezhepleri arasında da ihtilaf kondur.[32]
- Kutsal Mekâna Yolculuk
Hz. Peygamber, ibadet kastıyla nerelerin ziyaret edilebileceğini şu sözü ile dile getirmiştir: (İbadet için) sadece (şu) üç mescide yolculuk yapılır: Mescid-i Haram, Mescid-i Rasül ve Mescid-i Aksa.[33] Bu üç ibadet mekânın diğer ibadet mekanlarına üstünlüğüne dair genel yorum şöyledir. Bu üç ibadet mekanının her biri, üç ayrı peygamber tarafından yapılmıştır. Ayrıca, Mescid-i Haram Müslümanların kıblesi olması nedeniyle, Mescid-i Nebevî Kur’an-ı Kerim’de takva üzere[34] kurulu bir mescit olarak betimlenmesi nedeniyle ve Mescid-i Aksâ’nın da geçmiş milletlerin kıblesi olarak işlev görmesi nedeniyle kutsiyet atfedilmiştir.[35]
Ayni’ye göre hadiste ibadet maksatlı olarak bu üç mescit dışında mekanlara yolculuğu menetmektedir. O şöyle der: Bu anlatım tarzında muhatabı üç mescidin ziyaretine en beliğ bir şekilde teşvik, bunların dışındaki mescitlere ziyaret amacıyla gitmekten lâtif bir şekilde men ve uyarı vardır.[36]
SONUÇ
İnsan yaradılışı itibariyle gizeme, aşkın bir varlığa ve bu varlıkla iletişime geçebildiği bir mekâna, zamana ve nesnelere karşı her zaman ilgi duymuştur. İnsan, aşkın bir varlıkla/kutsalla sürekli iç içe olma duygusuna ve bu duygunun bir yansıması olarak kendini kutsalla ilişkilendirme tavrını sürekli canlı tutmaktadır. İlahi kökenli veya beşerî dinlerin tamamında kutsallık algısının olduğu görülmektedir. İlahi dinlerdeki kutsiyetin kaynağı aynı şekilde ilâhî kökenli olup, ilâhî kökenli olmayan beşerî dinlerdeki kutsallardan bu yönleriyle ayrılmaktadır. Kökeni insanlık tarihi kadar eski olan kutsallık algısı ve bu algının mekân boyutu bağlamında kutsal mekân algısı/anlayışının dinî bir tutum olduğu görülmektedir.
Kutsal ve mekân kavramlarının dilbilimsel analizi, kutsal kavramının ihtiva ettiği anlamlar göz önüne alındığında kutsalın çağrıştırdığı mananın hemen hemen tüm dillerde mevcut olduğu görülür. Kutsal mekân, fert ve toplum hayatında çok önemli bir unsurdur. Çünkü dinin vazgeçilmez unsurlarından biri olduğu görülen kutsal mekân algısı, bir dinin, inancın, fikrin, ibadetlerin vb. yaşanması, yaşatılması ve ilerlemesi için zorunluluk arz eder.
İslam öncesi ilahi ve beşerî dinlerde de görülen kutsal mekân algısının evrensel bir boyutunun olduğu da bir gerçektir. En ilkel kabilelerde dahi dağa, taşa, çeşitli nesnelere kutsiyet atfetme anlayışı söz konusudur. Toplumların inanç sistemlerinde büyük ölçüde etkili olduğu anlaşılan kutsal mekân faktörünün insanoğlunun bulunduğu yerde ondan ayrılmaz bir olgu olarak günümüze kadar var ola geldiği anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak, kutsallık, mekânda olmayıp, mekân ile temsil edilen değer kaynaklanmaktadır. Mutlak anlamda kutsal, Allah’tır. Bunun dışındaki varlıklar, mutlak kutsal olarak ifade edilmez. Belli bölge ve mekânlar, mutlak kutsal olan yüce varlık ile bağı nedeniyle kutsal kabul edilmektedir. İkinci İslam halifesi Hz. Ömer’in Kabe’deki Hacerü’l-Esved isimli taşa atfen ifade ettiği şu sözler de bu yaklaşıma işaret eder. Senin zarar ve menfaat vermeyen bir taş olduğunu gerçekte biliyorum. Rasûlullah’ın seni öptüğünü görmeseydim, ben de seni öpmezdim.
[1] Güneş, Kamil, İslam Düşüncesinde Kutsallık, İnsan Yay.; Baskı Yılı: 2010, İstanbul. s. 35
[2] Muilenburg, J, “Holiness”, The Interpreters Dictionary of the Bible, V, 617-625, 1962, Newyork. “Qdş” kelimesi “tahsis edilmiş” anlamında Arapça’daki “haram’a” karşılık gelmektedir.
[3] Çıkış, 3/5.
[4] Kılıç, Sadık, “Kutsalın Tezahürü ve Kur’an’da Taş Kavram Alanı”, Ekev Akademi Dergisi, C. III, S. I, 2001, Erzurum. s. 1
[5] Sarıkçıoğlu, Ekrem, Din Fenomenolojisi, Fakülte Kitabevi, Isparta 2011; s. 21-22
[6] Demirci, “Kutsiyet” maddesi, DİA, Cilt: 26, s. 495.
[7] Eliade, Kutsal ve Dindışı, s. 4.
[8] Kılıç, “Kutsalın Tezahürü ve Kur’an’da Taş Kavram Alanı”, s. 2.
[9] Eliade, Mircea, Le Sacre et Le Profane, s. 54, (Ed: Gallimard), 1965, Paris.
[10] Aydın, Ferit, İslam’da İnanç Sistemi, s. 29, Kahraman Yayınları, 1995, İstanbul.
[11] Hac 22/40.
[12] Kelimenin kökünün aynı zamanda “saygın bir yere sahip olmak” “mekâne” mandarıyla da alakasının olduğu ifade edilmektedir. Kutluer, İlhan, “Mekân” maddesi, V, 550, DİA, 2003, Ankara.
[13] Yunus 10/22, Meryem 19/22, Hac 22/26, Sebe’ 34/51.
[14] Harman, Ömer Faruk, “Hac” maddesi, DİA, XIV, 382, 1996, İstanbul.
[15] Bakara 2/115.
[16] Hadid 57/4.
[17] Kaf 50/16.
[18] Sarıkçıoğlu, Din Fenomenoloji, s. 87.
[19] Cin, 72/18.
[20] Bakara, 2/120; Âl-i İmran, 3/96; Enfâl, 8/35; Hac, 22/26; Nûr, 24/36; Kureyş, 106/3.
[21] Bakara, 2/126; İbrahim, 14/35.
[22] Beled, 90/1-2; Tin, 95/3.
[23] Neml, 27/91.
[24] Sebe, 34/15.
[25] Buhârî, Fadlu’s-Salât 1, hadis no: 1189; Sayd 26 hadis no: 1864, Savm 68, hadis no: 1995; Müslim, Hac, 74, hadis no: 415 (827), hac 95, hadis no:511, 512, 513 (1397); Ebû Dâvûd, Menâsik, 98, hadis no: 2033.
[26] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 305; Nesaî, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Ali b. Şuayb, Sünenü’l-Kübrâ, II, 479, hadis no: 4252, 4253, tahkik: Abdülgaffar Süleyman Bündârî, Ebû Abdullah Seyyid b. Kesrevî b. Hasan, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1411/1991, Beyrut; Tirmizî, Menâkıb, 69, hadis no 3925; Tirmizî, rivayete Hasen Garib Sahih hükmünü vermektedir. İbn Mâce, Menasik, 103, hadis no 3108; Dârimî, Siyer, 67, hadis no: 2415.
[27] Kâmil Selâme, El-İ’tidâatu’l-Bâtıniyyetü ala’l-Mukaddesâti’l-İslâmiyyeti, s.75-77, I. Baskı, Dâru’l-Hicr, 1409/1989, Cidde.
[28] Buhârî, Buyû’, 53, hadis no: 2129; Müslim, Hac, 85, hadis no: 454, (1360), 462, (1365); Tirmizî, Menâkıb, 68, hadis no: 3922.
[29] İbn Hişâm, Sîre, II, 145.
[30] Küçükaşçı, Mustafa Sabri, Cahiliye’den Emeviler’in Sonuna Kadar Haremeyn, s. 255-256, 2003, İstanbul.
[31] Buhârî, Ferâiz 21, hadis no: 6755; Müslim, Hac 85, hadis no: 467 (1370); Tirmizî, Vela ve Hibe 3, hadis no: 2128; Ebû Dâvûd, Menâsik 99, hadis no: 2034.
[32] İbn-i Abidin, Reddü’l-Muhtar, II, 352.
[33] Buhârî, Fadlu’s-Salat, 1, hadis no:1189; Sayd 26 hadis no: 1864; Savm, 68 hadis no:1995; Müslim, Hac 74 hadis no: 415 (827); Hac 95, hadis no: 511 (1397); 512 (1397); Ebû Dâvûd, Menasik 98, hadis no: 2033; Tirmizî, Salât 243, hadis no:326; Nasaî, Mesacid 10.
[34] Tevbe, 9/108.
[35] Aynî, Umdetü’l-Kârî, III, 682.
[36] Ayni, Umdetü’l-Kârî, III, 681.