Türkiye’de Laikliğin Hukuki Referansları ve İlk Dönem Türk Bürokrasisinin Laiklik Algısı ve Uygulaması
Atatürk Devrimlerinden birisi de “Laikliktir”. Bu sözcük Yunanca kökenli olup oradan Batı dillerine geçmiştir. Fransa’da “laicisme” olarak, İngilizce ve Almanca da ise “saeculeris” olarak kullanılmaktadır. Sözcük Ortaçağ’da rahip olmayan, halk anlamında kullanılırken daha sonraki yüzyıllarda din adamı olmayan kişiler için kullanılmaya başlanmıştır.[1] Bu bağlamda laiklik olgusu Batı toplumlarında ortaya çıkmış, temelde kilisenin toplum üzerindeki düzenleyici ve baskıcı rolüne bir kısıtlama getirme çabasının sonunda oluşmuş siyasal bir düşüncedir. Temelde toplumsal yaşamın bir bütün olarak tanziminde dinin belirleyici fonksiyonunun ya kısıtlama ya da tamamen kaldırma şeklinde kendini göstermiştir.
Laiklik olgusunun Türk toplumundaki serüveni birçok açıdan tartışılmıştır. Öncelikle ne zaman başladığı ile ilgili de bir tartışma vardır. Kimilerine göre, Osmanlı Devleti’nde şer’i hukukun yanında örfi hukukun sultana büyük yetkiler tanıması ve bu hukukun uygulamada çok etkin olması ilk dönemlerinden beri var olan bir anlayış olması[2] nedeni ile bu olgu devletin laik karakterine işaret etmektedir. Bu yaklaşım, Osmanlı Devleti’nde laiklik olgusunun geçmişinin çok eski dönemlerden başlatılabileceğine işaret etmektedir. Kimilerine göre de Tanzimat ile birlikte tebaa olgusunun yerine vatandaş olgusunun almaya başlaması, şer’i hukuk normlarının paralelinde Batı tipi – ticaret kanunu gibi bazıları çeviri, ilk ceza kanunun, mecelle ve arazı kanunnamesi gibi bazıları da özgün olmakla birlikte – kanunların yaşam bulması ve şer’iye mahkemelerinin yanında nizamiye mahkemelerinin de oluşması nedeniyle laiklik olgusu Türk toplumunun yaşamına girmiştir. Bu yaklaşımlarla birlikte laiklik olgusu esas olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile birlikte çağdaşlaşma düşüncesinin etkin bir unsuru olarak yaşam bulmuştur. Bu kapsamda hilafetin kaldırılması ile başlayan ve diğer hukuk alanlarında devam eden laiklik olgusu devletin tüm kurumlarında ve toplumun tüm katmanlarında etkisi ve yansıması gözlenen bir biçim almıştır.
Laiklik uygulaması, ani bir biçimde Türk toplumunun gündemine girmemiştir. Osmanlı Devleti’nin özellikle son zamanlarında etkin bir şekilde tartışılan konulardan birisi olmuştur. Devletin geleceğinin siyasal ve toplum bileşenlerinin hangi değerler etrafında tahkim edileceği tartışmaları yapılmıştır. Bu konuda üç eğilim etkin tartışma konusu olmuştur. “Batıcılık, Türkçülük ve İslamcılık.” İşte “laiklik” olgusu da bu üç eğilimin içerisinde şekillenmiştir. Bu üç eğilimde devletin bekası için farklı referansları olan dünya tasavvurlarına ve kurtuluş reçetelerine sahiptir.
Laiklik düşüncesine zemin hazırlayan ilk düşünürlerimizden birisi de Ziya Gökalp olmuştur. O, “Şeyhülislamlık” adlı şiirinde şöyle der; “Kendi hukukunu kendi doğurmayan, yasasını gökten inmiş ve değişmez sayan bir devlet, devlet değildir ve bağımsızlığını sürdüremez; dünya değişmeyen bir varlığı taşıyamaz” demekteydi.[3] Durkheim sosyolojisinden etkilenen Gökalp toplumu önceleyen, toplumu da kendisine ilişkin her türlü etkinliğin de kaynağı olarak görme eğilimde olduğunu düşünme eğilimindedir. Bununla birlikte Gökalp’in toplum anlayışı “Turancı” bir mahiyet arz eder ki bu “ulus” olgusunda “Alman Romantik” akımının etkilerini yansıtır. Dönemin bir diğer aktörü de “İslamcılık” düşüncesinin en etkili savunucularından Mehmet Akif Ersoy’dur. Ona göre de İslam’ın “Kur’an ve Hadis” gibi kök değerlerine yönelmek ve bu değerleri hurafeden arındırılmış ve çağın değerlerine cevap verebilir bir yorumu ile toplumun yeniden güçlü bir şekilde tahkim edilebileceğini savunur. Bu iki yaklaşıma rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile birlikte gelişen ve oluşan “ulus” anlayışı ise “Fransız-Ernest Renan” yaklaşımında bir ulus tanımına yaklaşır.[4]
Osmanlı Devleti ve “halifelik kurumu”, Ankara hükümetinin vermiş olduğu kurtuluş savaşının neticeye kavuşması ve Lozan Anlaşması ile birlikte artık uluslararası toplum tarafından da tanınmasının bir neticesi olarak 29 Ekim 1923 tarihli bir kanunla “Türk Devletinin hükümet şekli Cumhuriyettir” denilerek Cumhuriyet ilan edilmiş ve ilk cumhur reisi olarak Mustafa Kemal’in seçilmesi ile birlikte Osmanlı Devleti sona ermiş ve halifelik kurumu da anlamsız kalmıştır.
Devletin şeklini düzenleyen bu düzenlemeler ile devletin laikleşme süreci de başlamıştır. Bu gelişmeyi takip eden yıllarda da bu gelişmeleri tamamlayan hukuksal düzenlemeler yapılmıştır. Bu kapsamda “şer’iye mahkemelerinin” kaldırılması, “Medeni Kanun” ilanı ile “şer’i hukuk”un kaldırılması, anayasandan “Allah adına yemin” çıkarılarak yerine “namus üzerine yemin” ikame edilmesi, yine anayasadan “devletin dini İslam’dır” ifadesinin çıkarılması, “öşür” vergisinin kaldırılması, “şapka ve kılık kıyafet”, ile “takvim ve tatil günleri” düzenlemelerini, “alfabe” değişimi ve “soyadları ile unvan” kullanımlarına ilişkin düzenlemeleri, takriri sükun ve tevhid-i tedrisat” kanunu gibi düzenlemeleri, “tekke ve zaviyelerin kapatılması” hakkındaki düzenlemeleri bu kapsamdaki değişimler olarak sayabiliriz.[5] Atatürk devrimleri ibadetin Türkçeleştirilmesini desteklemiş, dönemin milliyetçi yaklaşımının tesisinde dinin Türkçeleştirilmesi etkili olmuştur. Bu kapsamda “ezanın” ve “hutbenin” Türkçe okunması ve Kur’an-ı Kerim’in” Türkçeye çevrilmesi için ihtiyaç olan siyasal ortamı tesis etmiştir.[6]
Burada şu soru sorulabilir. Norm/hukuk düzeyinde yapılan bu düzenlemeler toplum katmanları üzerindeki etkisi veya uygulanışı nasıl olmuştur? Bu soruya verilecek cevap laiklik kavramının ve olgusunun Türk bürokrasisi nezdindeki karşılığına da işaret edecektir.
Türk bürokrasisi dinin Türk toplumu üzerindeki etkisine geleneksel olarak yaklaşımı laiklik çerçevesinde olmuştur. Gerek siyasal bilimler literatüründe gerekse kamuoyunda din, Atatürk ilkeleri açısından ilericilik-gericilik tanımlamalarının temelini oluşturmuştur. Bunun en önemli nedeninden birisi Batı modelini benimsemiş bir Türkiye Cumhuriyeti’nde, Batılılaşma fikrinin karşısında en güçlü ve yaygın bir karşı ideoloji olarak dinin bulunmasıdır. Diğer nedende, laiklik konusunun cumhuriyet dönemi siyaset düşüncesinin gelişiminde çok önemli bir işlev görmüş olmasıdır.[7]
Türk siyasal yaşamında laiklik bağlamında dinin siyasal bir sorun olarak görülmesindeki nedenlerden biri bizzat dinin siyasal ve toplumsal denetim işlevi ile ilgilidir. Dinsel çıkarların meşru bir baskı grubu oluşturabileceği Türkiye Cumhuriyeti aydınları tarafından kabul edilmemiştir. Özellikle siyasal mekanizmayı denetleyen güçler arasında dinin yer almamasına dikkat edilmiştir. Bu nedenle Türk siyasal yaşantısının dinsel boyutu Cumhuriyet eliti tarafından daima abartılmış ve bu nedenle de bu boyutun gereğinden fazla önem kazanmasına neden olmuştur. Halbuki dinin böylesine bir siyasal sorun haline gelmesi nüfusun çoğunluğunun aynı dinden olduğu toplumlarda nadiren görülen bir durumdur.[8]
Cumhuriyet elitinin bu yaklaşımı, Türk toplumuna vermek istedikleri yön açısından kendilerine göre son derece geçerli nedenlere dayanmaktaydı. Laik bir programın Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan hemen sonra uygulamaya konmasının nedeni, Atatürk devrimler açısından dinin bir tehlike olarak görülmesidir. Dinin neden bir tehlike olarak görüldüğünü anlamak için Mustafa Kemal önderliğindeki yeni Türkiye’nin siyasal amaçlarını anlamak gerekir. Bu hareket şu siyasal amaçları içermektedir.
- Birincisi, ulusal devlete ve ulusal devletin amaçlarına meşruiyet sağlayacak bir ideolojinin benimsenmesi
- İkincisi, toplumdaki bireylerin ve etnik, dinsel ya da başka grupların üzerinde devlet otoritesinin sağlanması
- Üçüncüsü de kitleleri mobilize etmek amacıyla ulusal bilincin yaratılması
Bu üç amaç açısından da İslam dini düşüncesi ve gelenekleri sorun olarak algılanmıştır. Çünkü, İslam dini düşüncesi toplumsal ve siyasal yapıyı önemsemekte ve bu yapının meşruiyetini kutsal bir değere bağlamakta ve bu yaklaşımda İslam’ı siyasal ideoloji düzeyine çıkarmaktadır. Bu dinin tarihe ve siyasal yapıya verdiği ağırlık büyüktür, çünkü tarihin gidişi ve siyasal yapının niteliği Allah’ın yeryüzünde kurmak istediği düzeni yansıtır. İslam düşüncesinin bu yönü Cumhuriyet elitini karşısına alabilecek nitelikte olduğu için, Cumhuriyet elitleri tarafından İslam tehlikeli görülmüştür.[9]
İslam düşüncesinin devlet otoritesine yaklaşımı ile Cumhuriyet elitinin otorite yaklaşımı arasında da çok önemli bir fark vardır. İslam düşüncesi devlet otoritesine ve kişinin bu otoriteye itaatine büyük önem vermekle birlikte, otoritenin meşruiyetini Allah’ın iradesini yansıtma ölçüsüne bağlamıştır. Bu yaklaşım egemenliğin millete ait olduğunu savunan Cumhuriyetçi görüşle çelişmektedir. Bunlarla birlikte İslam düşüncesindeki cemaat kavramı ile yaratılmak istenen ulus bilinci kavramı da çelişmektedir. Çünkü İslam düşüncesinde kişinin kendisini tanımlamada ulusal bir tanımlama yerine dinsel bir tanımlamayı öncelemektedir.[10] İşte bu nedenler Cumhuriyet elitinin İslam’ı bir karşı ideoloji olarak görmelerine ve din konusunda gereğinden fazla hassas ve laikliği de çok katı bir şekilde uygulamalarına sebep olmuştur. Bu husus 1930’lu yıllardan sonra partiye hâkim olan militan partililer tarafından Müslüman kitlelere karşı yönelen bakış açısında kendisini daha da fazla göstermiştir[11]. Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan devrimlerin çoğu yapısal değişiklikler yerine Türk toplumundaki değerler sistemini değiştirmeye yöneliktir[12]. Atatürk devrimin ana amacı modern bir devlet yaratmaktı, fakat bu modern devletin tanımlanması devrimin yarı-ideoloji denilebilecek Batılılaşma kavramına dayalıdır. Bu yarı-ideoloji, devrimlerin yönünü ve sınırlarını çizmiştir. Bu çerçevede milliyetçilik kavramı bile milli bir konum yerine Batılı bir konum içinde anlaşılmıştır. Türk milleti ortak bir geçmişi olan insanlar topluluğundan değil, Batı’nın medeni milliyetleri ile ortak bir geleceği paylaşacak insanlar topluluğundan oluşur. [13] Binnaz Sayarı yapılmak istenen şeyin unutkan bir toplum yaratmak olduğunu söyler. [14]
Ulusal bilincin yaratılabilmesi, bir ölçüde, toplumu ortak bir tarihsel geçmiş etrafında birleştirebilmekle mümkündü. Dolayısı ile, Cumhuriyet eliti, Türklerin İslamiyet öncesi tarihini, reddedilen yakın tarihin yerine oturtmayı denemiştir. Örneğin, 1931 yılında TTK ve 1932 yılında TDK’nun kurulması, bu kurumların çalışmaları sonucunda Güneş-Dil Teorisinin ortaya atılması, bu çabanın bir parçasıdır. Bu çaba ile kurumsal çerçevede Batılılaşma ve milliyetçilik kavramları özdeşleştirilmeye çalışılmıştır. Bu çalışmalar ile Batı medeniyetinin kökenleri Orta Asya Türklerinde arandığı yaklaşımı benimsenmiş ve böylece Batılılaşma bir taklit olmaktan çıkarılarak Türklerin kendi medeniyetlerinin kökenine dönmeleri şeklinde yorumlanmasının yolu açılmaya çalışılmıştır. Atatürk devrimlerinin birçoğu – şapka, kıyafet, alfabe devrimleri gibi – bugün sosyal bilimlerde kabul edilmiş çağdaşlaşma endeksleriyle bir ilgisi de kurulamamıştır. Fakat bu tür değişiklikler Cumhuriyetin Türk toplumunu İslami bir konum yerine Batılı bir konuma oturtma amacına hız kazandıracak niteliktedir.[15]
Cumhuriyet elitinin Batılılaşmış bir Türkiye yaratma isteği geniş halk kitlelerinin değerler sitemi açısından pek az anlam ifade etmiştir. Bu elit zümre öyle bir Türkiye tasavvur etmiştir ki, kadınları sosyal ve siyasal haklarıyla erkeklerine eşit, kadını da erkeği de Batılı elbiseler giymekte, Batı’nın felsefesini ve sanatını takdir etmekte, Batılı gibi dans edip, Batılı gibi yemek yemekte ve hatta 1928 yılında İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde kurulan bir komisyonun teklifi kabul edilseydi, neredeyse Batılı gibi dua etmekte[16] olacaktır.
Tek parti döneminin laiklik uygulaması sırasında dinin siyasal ve toplumsal yaşamda bireyin yaşamına indirgenerek ve siyasal ve toplumsal yaşamda denetimsel işlevi tasfiye edilmiştir. Dini kurumların ve aktörlerin yönetim üzerinde meşru bir denetimi ya da baskısına izin verilmemiştir. Bilakis böyle bir baskı söz konusu olduğu zaman yönetimin tepkisi dini kurumları ve aktörleri bastırmak yönünde olmuştur. Bu tip uygulamalarla toplumdaki dinsel güçlerin denetim mekanizmasının dışına itilmeleri bu tip kurum ve aktörleri sistem-dışı hareketler haline dönüştürmüştür. Bu dönemde 1925’lerden sonraki isyanların tümünü, Kürtçülük boyutu dışında, tek parti dönemi laiklik uygulamasına karşı protesto hareketleri olarak nitelendirilebilir.[17]
Sonuç olarak, Türk toplumunda laikliğin birçok tezahürünün – tarihsel süreç içinde – geçmişte görülmekle birlikte, tüm boyutları ve hukuksal referansları ile birlikte yaşam bulması Atatürk İlkeleri ile Cumhuriyet döneminde yaşam bulmuştur. Bu ilkenin uygulanmasında da Türk bürokrasi elitinin İslamiyet algısına göre yöntemler gelişmiştir. Ekseriyetle sert olan bu uygulama yöntemleri ekseriyeti Müslüman olan toplumun bir kısmının belleğinde Atatürk ve Atatürk İlkelerinin olumsuz bir imaj olarak yer almasına sebep olmuştur.
Kaynakça
- Ahmad, F.; “Modern Türkiye’nin Doğuşu”, Çev. Y. Alogan, Kaynak Yay., Baskı Yılı 1999,
- Berkes, N.; “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, Doğu-Batı Yay., Baskı Yılı 1978
- Berkes, N.; “Türk Devrimi’nde Laikliğin Gelişimi”, “Teokrasi ve Laiklik”; Adam Yay. Baskı Yılı 1984,
- Fığlalı, E. R.; “Laiklik”, Panama Yay., Baskı Yılı 2016,
- İnalcık, H.; “Türk Devletlerinde Sivil Kanun Geleneği”, “Türkiye Günlüğü Dergisi”, Yıl: 1999, Sayı:52
- Jaschke, G.; “Yeni Türkiye’de İslamlık”, Çev. H. Örs, Bilgi Yay., Baskı Yılı: 1972,
- Lewis, B., “Modern Türkiye’nin Doğuşu”, Çev. M. Kıratlı, TTK Yay. Baskı Yılı 1993
- Renan, E.; “Ulus Nedir?”, Çev. G. Yavaş, Pinhan Yay. Baskı Yılı 2016,
- Sayarı, B.; “Türkiye’de Dinin Denetim İşlevi” Ankara Üniversitesi SBF Dergisi Cild:33 Sayı Mart-Haziran/1978,
- Wilson, B.; “Milliyetçilik Çağında Kur’an Tercümeleri – Türkiye’de Yazılı Kültür ve Modern İslam”, Çev. C. C. Aydın, Alfa Yay., Baskı Yılı 2018
[1] Berkes, Niyazi; “Türk Devriminde Laikliğin Gelişimi”, “Teokrasi ve Laiklik”; Adam Yay. Baskı Y 1984, s.91
[2] İnalcık, Halil; “Türk Devletlerinde Sivil Kanun Geleneği”, “Türkiye Günlüğü Dergisi”, Yıl: 1999, Sayı:52
[3] Jaschke, Gotthard; “Yeni Türkiye’de İslamlık”, Çev. Hayrullah Örs, Bilgi Yay., Baskı Yılı: 1972, s. 14
[4] “…insan ne ırkının ne dilinin ne dinin ne nehirlerin akışının ne sıradağların yönünün kölesidir. Sağlıklı bir akla ve sıcak bir kalbe sahip büyük bir insan topluluğu ahlaki bir bilinç yaratır, bu bilince ulus denir.” Ernest Renan; “Ulus Nedir?”, Çev. Gökçe Yavaş, Pinhan Yay. Baskı Yılı 2016, s. 52
[5] Berkes, Niyazi, “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, Doğu-Batı Yay., Baskı Yılı 1978, s. 511, Jaschke, “age”, s. 22-33; Lewis, Bernard, “Modern Türkiye’nin Doğuşu”, Çev. Metin Kıratlı, TTK Yay. Baskı Yılı 1993, s. 261-278; Fığlalı, Ethem Ruhi; “Laiklik”, Panama Yay., Baskı Yılı 2016, s. 124-127
[6] Wilson, Brett; “Milliyetçilik Çağında Kur’an Tercümeleri – Türkiye’de Yazılı Kültür ve Modern İslam”, Çev. C. C. Aydın, Alfa Yay., Baskı Yılı 2018, s. 190
[7] Sayarı, Binnaz, “Türkiye’de Dinin Denetim İşlevi” Ankara Üniversitesi SBF Dergisi Cild:33 Sayı Mart-Haziran/1978, s.173
[8] Sayarı, “agm”, s.174-175
[9] Sayar, “agm”, s.175
[10] Sayar, “agm”, s.175-176
[11] Ahmad, Faroz; “Modern Türkiye’nin Doğuşu”, Kaynak Yay., Baskı Yılı 1999, s. 81
[12] İbadetin ve Kur’an’ın Türkçeleştirilmesi, bu kapsamda ezanın, hutbenin Türkçe okunması gibi düzenlemeler bu kabildendir. Bununla birlikte 20 Haziran 1928 tarihinde İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde yapılan toplantı sonunda komisyon başkanı Prof. Köprülüzade Mehmet Fuad basına şu açıklamayı yapmıştır: “Dini reformun amacı, bugünkü hayatın bütün öteki alanlarında yer alan aktif gelişme sürecine dini de uydurmaktır. Tamamlamaya çalıştığımız bu programı üniversite yönetim kuruluna havale edeceğiz. Metin daha sonra Millî Eğitim Bakanlığına sunulacaktır.” Jaschke, “age”, s. 42
[13] Bakınız 4 numaralı dipnot.
[14] Sayar, “agm”, s.176
[15] Sayar, “agm”, s.177
[16] “Komisyonun teklifleri arasında camilere kiliselerdeki gibi sıraların konulması ve ibadetin müzik eşliğinde yapılması yer alır.” Sayar,“agm”, s.177
[17] Sayar, “agm”, s. 177
Sayfa iyi, iyi bir çalışma olmuş, istifa ettik. Hoca Ahmet Yesevi’nin Anadolu’nun Müslümanlaşması hususundaki katkıları öğrenme fırsatım oldu. Bu tür yazıların artırılmasın büyük fayda görüyorum. Teşekkür ederim.